13 Eylül 2020 Pazar

Hırsız Malı Lezzetlidir Haa!!

 


Hayli zaman oldu aslında tam 8 yıl oldu dükkanımızı açalı. Zaman akıp gidiyor, nehirler gibi ve durduramadığımız, önüne geçemediğimiz. Sokakta olmak, sokağın içinde olmak iyiden iyiye gözlem yapmamıza vesile oluyor. Sokağın,semtin, insanları, hayvanları, binaları, duvarları gitgide kendi hikayemizi de şekillendiriyor, sokağın insanına benziyoruz, dillerimiz aynılaşıyor kimi zaman farklılıklarımızla ayrışıyoruz, zamanla aidiyetimiz de artıyor. Hikayemiz renkleniyor vesselam. 
Koçero da sokağın ademlerinden. Hayli ilginç ademlerinden ancak. Yıllardır buralarda, bir bizim sokakta, bir Osmancık Sokak'ta. Bir bakmışsın sahilde bir bankın üzerinde uyuyor, bir elinde rakı bardağıyla balık pazarında geziyor, garsonlarla dalaşıyor, esnafla muhabbet ediyor... Hikayesi bildiğim ve anlattığı kadarıyla Kadıköy ile örüntülü... Uzun zaman Kapalı Çarşı'da hanutçuluk yapmış, halı satmış, büyük paralar kaldırmış. O büyük paralarla "büyük" yaşamış o yıllarda. Hovardalıktan, içki alemlerine, kumardan kadınlara... Zamanla işleri kötüye gittikçe akıl sağlığı da zarar görmeye başlamış. Kadıköy sokaklarının değişmezlerinden olmuş. Ancak biz bu haliyle tanıdık,seviyoruz gülüyoruz. Bu hali diyorum  çünkü o kadar zengin halleri var ki anlatılası. Sokağın esnaflarına hürmetle yanaşır, onlardan zaman zaman harçlık aldığı için didişmek işine gelmez. Ancak garsonlarla sık sık didişir, kiminin gerçek babaları olduğunu belirtip, hunharca güler. Bazıları sinirlenir, kovalar... Bazıları "Koço'yu" bilir ses etmez. Sokaktan geçen "yabancı"ları kaçırmaz, bazen Almanca, bazen İngilizce, bazen Fransızca cümleler kurup o aralar hangi restoranla arası iyiyse oraya doğru çekmeye çalışır. Sokak insanıdır sokakta yaşar, hayli içer, içtikçe güler kimi zaman barut gibidir gürler. Parası azalınca, alkol alamayacak durumdaysa aklına hastalıklari gelir. Sık sık bana da uğrayıp "Pirim hastaneye gideceğim aylardır senden para alamadım, bak ayaklarım şiş şiş " der. Aylardır dediği 1 aydır en fazla. Ayakları da ayaklıktan çıkmıştır gerçekten, iki tane şişmiş balon görünümlü, damarları belirgin, kırmızıya çalan ayaklar. "Bi 20 lira at yarın doktora gideceğim Pirim" der. Genelde 5 liraya anlaşırız. " Yahu sen kaçta kapıyorsun dükkanı, sen gittikten sonra kim koruyor dükkanı Pirim " der. Kim koruyormuş Koço dediğimde "ben koruyorum Pirim, sen gittiginde kedi köpek sıçıyor, tüm sarhoslar senin kapıya birikiyor, hepsini kovalıyorum tüm gece" der. Bu muhabbeti her karşılaştımızda yapar. Bizimle çalışan arkadaşlara " Yahu sen bu güzelleri nerden topluyorsun Pirim, hepsi ayrı ayrı güzel esmeri, sarışını bana da kaynağını göster ben de gideyim bulayım hahaha" gibi beğeni cümleleri kurar. Bu aralar 5 liralar arttıkça bizi daha da sevmeye başladığından olacak adını da belirttiği bir kuruyemişçiden cepleri ceviz dolu olarak geliyor. Tezgaha cevizleri bırakıp "Pirim bunlar hırsız malıdır, çok lezzetlidir ha" deyip güler, hunharca güler ve çekip gider. Arada erik getirir, elma getirir aynı cümleler ve kahkaha ile bizi şenlendirir. Bi ara kör bir bıçakla üzerime yürümüştü sarhoş iken. Yine de darılamadım, hallerine verdim...
Tüm patronların sicillerine hakimdir, şaşılası. Dinlersen eğer saatlerce gülerek anlatır. " Bu restoranın sahibi hamaldı, ayağıma kapanırdı, para dilenirdi, şimdi yüzümüze bakmaz pezevenk Pirim hahaha". " Bu baharatçının çok malı var, sahildeki otel yok mu o da onun, babası Erzincan'liydi annesi Pülümürlü, bizim oralardan, kardesi kaçakcılıktan 20 yıl iceride yatti vallahi hahaha" " Bu barın sahibi eski devrimcilerden , Tikko'dan 10 yıl yattı haa, hahaha" gibi cümleler ile esnafin sicilini gözler önüme serer, her defasında şaşırtır, gider. Öyle...

27 Ağustos 2018 Pazartesi

Hayat belki shisha pub ile şelale restoran arası gidip gelen bir nehirdir de biz bilmiyoruzdur...

Malumunuz sokağımız civcivli ,hareketli. Tatil günlerinde özellikle sokağımızdaki  tipler hayli renkli oluyor. Aval aval sokağı izlemek bu anlamda bana hayli keyif veriyor, ne yalan söyleyeyim. Sokağımızın renkli görüntüsüne iki güzide mekanımız, komşumuz shisha ve şelale restoranlar renk katmıyor değil,katıyor... Renkli yanlari çalışanlarından, çalışma prensiplerinden, mekan tasarımlarından, çaldıkları müziklerden, gelen müsterilerinden v.s uzun bir listeden oluşuyor. Her iki restoranın çalışanları ağırlıklı olarak Kürt kokenli ve genelde de Bingöl'lüler... Bir kısmı yılın bir kısımında  çalışıp bir kısmında da ailelerine yardım maksadıyla köylerine gidiyorlar. Her iki restoran sıkı bir rekabet halindeler... Dolayısıyla her iki restoranın garsonları müşterileri kendi saflarına katmak için hayli çaba sarf edip yaratılıcıklarını kullanıyorlar... Bildiğin hanutçu tipli arkadaşlar bunlar... Doğan, Hatip, Ahmet, Güven ilk aklıma gelenler... Hepsinin ayrı tarzları var. Gavur ellerden gelenlere Doğan " eksküz miiii, velkammm " girizgahıyla başlar " rakı, şiş kebaapp veri gud " diye bitirir. Doğan, ara sıra " Kardooo" deyip " herşeye rağmen hayat devam ediyor" ile bitirir. Hatip " Yazıyor yazıyor" diye bağırıp müşterilere fiyat listesini gösterir. Ahmet " Aşk, huzur, sağlık hayat "  burada der. Bazen " masanız hazır,geç kaldınız " der. " Geldiniz mi ? " derler her iki mekanın garsonları. "Rakı, balık, kebapp" diye ortaya seslenirler çoğu zaman avazları çıkana kadar... Bu kadar debelenmelerinin nedeni günlük yevmiyeleri mekanın cirosuna bağlıdır da ondan... Her müşteri her masa ceplerine giren parayı arttırır. O yüzden kimi zaman sululukla kimi zaman yaratıcılıkla kimi zaman kabalıkla günlerini gecirirler... Ara sıra birbirlerine girerler, kafa göz dağılır. Araya girerim yapmayin etmeyin arkadaşsıniz derim... Ayırmaya çalışırım...
Mekanların ürün zenginliği ve verdikleri hizmetler göz alıcıdır, akıllara zarardır. Şelale restoranın menüsünde her türlü içki kebaptan tutun döner lahmacun balık menüleri bulunur. Ayrıca tavla bilardo bulunur. Yetmez maç yayını yaparlar. O da yetmez her gün canlı müzik icra edilir. Şelale restoranda kimsenin pek dinlemediği bi bağlamacı arkadaş her gün gelip gider... Ara sıra Şelalenin dev televizyonlarında fotoğrafı görünür. Fotoğrafın altında " Canlı" yazar. Shisha ise bu hizmetleri sunarken bağlama yerine gitar çalan bi arkadaşı calıştırıyor. Memleketin poptan gencleri pek severler bu arkadaşı. Genelde bir izleyici takımı olur.
Mekan tasarımlarına diyecek çok şeyim var ama şöyle anlatsam anlaşılacak sanki. Benzemezler nasıl bir arada olur diye düşündünüz mü, düşünmeyin buraya gelip görün...
 Sarkan kablolar, dev televizyonlar, soğutucu pervaneler, her biri farklı ampuller, floresanlar, ayrı renkli tenteler, her an kafamıza düşecek tabelalar, çiçekler...

Sokağımız renklidir vesselam... Hayat şelale ile shisha arası bir nehir gibi akıp gider belki...

28 Aralık 2017 Perşembe

Doğum günleri üzerine saptamalar saptamamalar sapıtmalar, donau içmeler dostluk hattı...


Sabah 5.03 te kalktım. Bi debelendim yatağın içinde. Üzerime bir hırka geçirip, dışarı çıkayım diye niyetlenmişken, karıcım "ıııhh" dedi. "Evde iç sigaranı dışarısı soğuk"dedi. Doğum günümde ilk güzel cümleyi duyup, salona geçtim. Ohhh püfür püfür... Bizim mahalle yani Aziz Mahmut Hüdayi  Mahallesi sabahları inşaat çalışmaları haricinde pek sessiz olur, bu sessizlik içinde dalıp giderim çoğu zaman. Kahvemi yudumlayıp, gelen geçene mal mal bakarım. Bir kadın her sabah sevimli bir halle el sallar bana, ben de ona sallıyorum ne yapimm sallamayayım mı... Öyle durduğum yerde 41 yıllık ömrümün olmasa da birçok kısmını hatırlayıp ahlanıp gülerken, dedim ben bi doğum günü yazısı şeyettireyim. Ki başladım bile... 41 kere maaşallah...

Kendimi önemsiyorsam namerdim :)

Annem ile babamın imalat sürecinde katkılarını göz ardı etmeyip onlara sonsuz teşekkürlerimi borç bilirim. Ki bugün aklıma geldi acaba yapım aşamasında birbirlerini seviyorlar mıydı, güzel bir gün müydü, yağmur mu yağıyordu, televizyon açık mıydı, alt komşu sopanın ucuyla tavanı dürtükledi mi felan... Annecime sorsam ne biliyim oğlum der, haklı olarak... Babam da la git başımdan diyebilir.

Çoğunuzun bildiği üzere Almanya Ulm doğumluyum evvelallah...29 Aralık 1976.. Ünlü şair Rainer Maria Rilke ölmüş, tam 50 yıl sonra ben doğmuşum. Bir de hemşehrim Albert Einstein'ı unutmayalım. Aynı kentte doğmuşuz, ki aynı kentte doğmanın bana hiç faydası olmadı. Olduysa da haberim olmadı. Bavyeralıyız evvelallah. Bu Bavyeralılık hikayemin bir yanılgı olduğunu seneler sonra anladım. Donau nehri (Bildiğin Tuna ) Ulm kentini ikiye bölüyor. Bir kısmı Bavyera, bir kısmı da Baden-Württemberg eyaletine bağlı. Ben Baden kısmında doğmuşum. Dolayısıyla yıllardır evvelallah Bavyera'lıyım cümlesi oldu sana evvelallah Baden-Württemberg'liyiz... Baden'e laf söyletmem, uzaktan da olsa severim... Söyleyene pis bakış atarım...
Babam bizi turkei a bırakınca bizim Alaman style yalan oldu. Alamancı olduk. Böylelikle o sinir bozucu tüylü şapkalardan dankelerden şayzelerden aşloklardan oluşan kaba Almancadan kurtulduk. Sehr schöönn...
Sonra okuduk ettik, evlendik, ilaççı olduk, kitapçı olduk... Gümüşçülük kanimıza girdi... Esnaf olduk, ağladık...  Sevdiklerimiz oldu, yitirdiklerimiz, bir güzel donau nehri gibi hayat aktı...

Şimdi doğum günü mesaji atacaklara şükran duygularimı iletiyim. Yazmayanlarin allah belasinı versin :) yazmaktan son anda vazgeçenlerden hiç bahsetmiim. Yazmayı unutanları affedeyim... felan filan...
Doğum günüm kutlu olsun...
Kendimi onemsiyorsam namerdim :)



26 Aralık 2017 Salı

Bir garabet yerleşkesi... İzmir Otogarı...


İşten kaytarmamız mecburiyetten... Kendimi bir anda yollarda buldum. Unutmuşum uzun uzun yolları. Nicedir otobüsle seyahat etme fırsatı bulamamıştım. Yıllarca Muğla İstanbul arası gidip gelmelerim aklıma düştü. Her uğradığımda türlü hikayeler barındıran otogarlar... İnsanlar... Istanbul'dan Milas'a İzmir üzerinden gitmeyi denedim bu kez... Bu vesileyle 3 saat İzmir otogarında vakit geçirdim. Düşündüm... Sabahçı kahvesine uğradım ilk olarak. 2.5 tl çay... İyi para... Oturur oturmaz çay ocağında geceleri çalışan romanesk arkadaş beliriverdi yanımda. " Akşamcıyız abi, Izmir'liyim doğma büyüme, asgari ücrete çalışıyoruz be abi, çok şükür halimize, sen ne iş yapıyorsun abi, oo takı iyi be abi, bakma çok para var o işlerde" dedi. Ben çayımı yudumlarken " berber var mıdır bu saatlerde" dedim romanesk abiye. " Olmaz mı, göstereyim sayın abime " deyip tarif buyurdu. Biz de paşa paşa gece berberine girdik... Pek rastlamadığım türden hayli ketum çıktı berber. Bu kez ben açtım muhabbeti " nasıl işler, memleket nere, gece zor olmuyor mu, yenge cazgırlık yapmıyor mu felan" diyerek saç sakal traşımı da keyifli hale getirdim. Aynı kahveye aynı masaya oturur oturmaz bu kez 60 lı yaşlarda diyarbakırlı bir amca oturdu yanıma. Şöyle kahvehaneyi süzdüğümde bizimle birlikte 5 kişi ve en az 20 boş masa vardı. Muhabbetçi amca belli dedim ki yanılmadım. Torbalı'ya gidiyormuş. O tarafa giden otobüs çalışanlarına beni otobanda bırakın demiş ama yasak diye savmışlar amca beyi. "Yaw parasıyla değil mi, indirseler nolur bu saatte" gibi cümlelerle serzenişlerini dile getirdi. İnşaatlarda çalışıp ekmek parasını çıkarıyormuş. 2 çocuğu yanında kalıyormuş ama 7 çocuğu daha varmış. Amca diyarbakırın dünya birincisi bahçelerinden girip, köyünde yaşanan kan davalarını, kan parasını nasıl verdiklerini, diyarbakırda arsa fiyatlarını, kat haklarını, hadepi, zulmü anlattı kendi meşrebince... Orospi çocigi dedesini, dicle nehrini, dicle barajını, köyünde ailesine ait 8000 dönüm araziyi

anlattı. Ben kalkarken " araban geldi mi" dedi. Ben de şöyle bi dolanacağım sigara içeceğim dedim.

 Otogarların 24 saat açık olması bir çok insana yersize yurtsuza hayvana barınma imkanı veriyor. Etrafta dolanan güvenlik görevlilerinin rahatsızlık vermemesi de hoşuma gitti bir yandan. Üşüyen insanlar, köpekler...


Bu el falı cihazından en az 5 tane vardı benim gördüğüm, bu arkadaşın  yüzüne bakıp fal baktırılır mı allasen... 1 tl fiyatı, organizasyona bak sen...



Bu ikinci fotodaki abla yine daha makul duruyor. Bak buna fal baktırılır...


Şarj cihazları... Yorumsuz...  Devir şarj çağı anladık ama az itina az kafa karışıklığı tercihimdir.

Gelelim yiyecek içecek gözlemlerimize. 3 kutu pişmaniye ne menem bir şey ise 7.5 tl. Kutusu 2.5 lira. Kutulara baktım. 10 15 arası pişmaniye var. Altından girdim üstünden çıktım, sağ kroşe sol vuruş felan maliyet hesabını bir türlü tutturamadım. Ya "ne yediriyorlar bu vicdansızlar bize" cümlesi doğrultacaktı beni ya da pişmaniye seven ve de yedirmeyi şiar edinen hayırsever bi abi abla , beleşe dağıtıyor ,esnaf kardeşlerimiz nasipleniyordu cümlesi. Lokum fiyatları 3 kutu 10 lira. O konuya hiç girmeyeyim. Girersem çıkamam eminim :)
Aslında analizlerimi sürdürecektim ancak diğer bir esnaf arkadaş 3 kutu lokumu 6 tl ye satınca ben de kayış koptu. Bir de lokanta çalışanlarının tavuk döneri yer de sürükleyiş sahnesi her şeye tuz biber ekti. Döner etini taktıkları çubuğun sapından tutup sürüklemesi kopan et parçalarını yapıştırmak istemesi ooo Uğur Dündar neredesin...


24 Aralık 2017 Pazar

Magirüs, genişlik, hayat felan feşmekan...

Bu sabah bir işim çıktı, Göztepe civarındaydım. Minibüs yolu üzerinde...İşlerimi hallettikten sonra madem Minübüs yolundayım o zaman minibüse bineyim dedim her mantıklı insan gibi. Bizim memleketin hayli yükünü çekmiş yukarıda bulunan fotoğraftakine benzer Magirüs marka bir minibüse bindim. Memleketin yükünü çeken dediğim Magirüs minibüsleri gördüğümde aklıma, bir anadolu yakası ikamet edeni olarak ve de şehrin kıyılarında, kıyı dediğim bir hayli kıyısında yaşayan bir adem olarak Gebze Harem uluslararası minibüsleri.. gelir. Bu alaylı ifadenin nedenini bilen bilir. Gebze'den başlayan seyahat, ara yollardan, trafikten, her olur olmaz yerde durmaktan, müşteri beklemekten dolayı hayli uzun sürer. Ki bu deneyimimi yaşadığım vakitlerde metronun, metrobüsün, bir çok otobüs hattının olmadığını da belirteyim. Bütün e-5 karayolunun kahrını çekiyordu Magirüs'ler... Bir şoför abi hatırlıyorum. Harem'den  her daim en geç o çıkardı. Gece çalışanlarını, eğlenenleri, sarhoşları toplayıp şehrin en kıyılarına ulaştırırdı. Mübarek ve komik bir abi olarak kulakları çınlamıştır umarım. Bir de Magirüs minibüsleri ile ilgili zihnimize kazınmış kimi algılar vardır. Şoförler, arabesk müzik, minibüs yazıları, korna dolayısıyla gürültü kirliliği vs. Yaşadıklarımdan sonra bu anılar tekrar gözümde canlandı. Dedim ya akli baliğ biri olarak minibüse bindim. Minibüse benimle birlikte gençten bir arkadaş bindi. Bindikten yaklaşık 1 dk sonra şoför bu gence doğru "birader bir insene" dedi. Korkulu gözlerle "ben mi" deyiverdi genç. "Sen sen" dedi şoför abi. İnip beklemeye başlayacakken " şu kapıya vursana bi " dedi şoför. Usulca bir ayağıyla dokundu. "Vur vur" dedi tekrar. Genç diğerinden daha şiddetli ama yine de nazikçe kapıya tekrar dokundu. Şoför "yaa vur vur" dedi. Genç kapıyı tekmelemeye başladı. Görüntü bir haber kanalında yüksek sesle ekrana getirilecek düzeydeydi. " Vatandaş trafikte çıldırınca minibüsü tekmelemeye başladı azzz sonraaaa". Ancak hikayenin aslı minibüsün meşhur körüklü kapısı bozulmuştu. Ve şoför abi istifini bozmadan kendinden hayli genç birine vazife yükleyerek- ki bu vazife kapı tekmelenmesidir- sorunu çözmeye çalışmıştı. Biz televizyonu yumruklayarak bilgisayarı tokatlayarak arızayı çözmeye çalışan bir millet olarak durumu hiç de yadırgamadık. Sorun çözülmeyince şoför abi "gel gel" dedi oturduğu yerden gence. Ama bu "gel gel" aslında "gel lan gel beceriksiz"in seyreltilmiş haliydi eminim ki ses tonundaki küçümseme hissediliyordu. Ne istifini bozdu ne yerinden kalktı ne genç arkadaşa teşekkür etti. Sonra tek kapısı açık halde seferimiz sürdü. Bir teyze bindi " Şoför bey kapıyı kapar mısınız "dedi. Şoför abi yüzünü bile çevirmeden "bozuk"dedi. Üstüne bir de sigara yaktı tam oldu. Sonra Kadıköy'de inip dağıldık evlerimize işlerimize...Hayat...

13 Aralık 2017 Çarşamba

Ceng kaçağı ibrahim...



Kadıköyüm... Sanırım aitlik denen olgu bir mekana dair ise, orası benim için Kadıköy'dür. Üniversiteye hazırlandığım dönemlerimde dershaneye gidip gelmelerimle başlayan, hali hazırda dükkanımızın olduğu, yaşadığımız, sevdiğimiz, yollarını hatta kestirmelerini bildiğimiz kentimiz... Dükkanımız Güneşli Bahçe sokakta, bilenler bilir. Bahçe dediğimden anladığım binaların iç bahçelerine sıkışmış bir kaç ulu ağaçtan başka bir şey değil... Malumunuz inşaat ya resulallah dönemi. Kadıköy'de ise bar cafe nargile çağı...

Bu aralar dükkanı açarken etrafta ezilmiş meyve sebze parçalarına denk düşüyorum zeminde, tam dükkanın onünde. Ezilmiş domatesten, avakadoya türlü nebatat... Sabah sabah temizlik operasyonumuz başladığı için ilkin görmezden geldim. Sonra içten serzenisler başladı. Peşi sıra içten küfürler,sonrasında ise dıştan hönkürmeler, ayıptır ula  hepimiz  esnafız diye giden cümleler silsilesi. Bu sabah faili yakaladım. Gözlerimin içine bakıp, anlayamadığım bir dilde ama anladığım el kol hareketleriyle faraş isteyen İbrahim'miş meğer. Fotoğrafta gördüğünüz "büyük  sıkıştırıcı"  ibrahim. Neden  böyle  bir ifade kullandığımı açıklayayım. Ki şahidiyim... İbrahim Afganistan'dan gelen çalışkan bir arkadaşımız, aslında çocuk yaşta diyebileceğim biri. Ki yaşının 20'li yaşlarda olabileceğini tahmin etmiştim yanılmışım. 14 yaşında. Savaştan kaçmış. Ben adını halini hatrını sorunca "abi sen Talib'i"biliyor musun dedi. "Talib
dediğin Taliban mı?" kafa sallayıp "Evet abi ben onlardan kaçtım. Ceng var Afganistan'da".Fikirtepe'de yaşıyormuş. Muhtemelen" İt bağlasan durmaz" kıvamında bir evde. Hayat onu yaşlandırmış. Sabahları dükkanlardan restoranlardan kartonlar çeşitli plastik kaplar topluyor. Restoranlardan aldığı parçaları fotoğrafta gördüğünüz çuvala yerleştiriyor. Ki bunu şaşırtıcı bir şekilde, çok iyi sıkıştırarak yapıyor. Bir bu kadar parçayı içine sıkıştırarak yerleştirebiliyor. Restoranlardan aldığı kasaları bizim dükkanın önünde yerleştiriyor her sabah. Ara sıra sebze meyve parçaları da kalmış olabiliyor kasalarda. Bu sabah yüksek mahcubiyetiyle istediği faraştan anladım dediğim gibi...Temizlemek istemişti...14 yaşında, ceng kaçağı, gözlerinde çocuk masumluğu olan,güzel gülen ,Afganistan'lı bir adem İbrahim... Hayat...

19 Haziran 2016 Pazar

Her ev için lazım abiler...


Malumunuz havalar pek cehennemi bir tat ile seyrediyor. Bu sıcaklarda yaşlılar pek dışarı çıkmasa iyi olur. Ama kar kış, yağmur çamur, yaz demeden çalışmak zorunda olan yaşlılar da var maalesef. Bunlardan biri Kadıköy'ün aşina yüzler operasının üyelerinden . Ben kendisine kısaca Heila diyorum. İlk seslenişte Bir yunan tanrıçasını andırsa da abinin pek tanrısal bir görüntüsü olduğunu söyleyemem.  60'lı yaşlarda göbekli, pantolonunu göbeğine kadar çekip, içine de gömleğini tıkıştıran abilerden... Çalışmak zorunda. Ama abinin ilginç bir özelliği var. Pazarlama taktiği olarak her sattığı ürünü tanıtırken " Her ev için lazım abiler " diye bağırıyor. Ürün ne olursa olsun çakmak olsun, iğne iplik takımı olsun farketmiyor. Arada ilginç şeyler satınca komik oluyor ister istemez. Geçenlerde ok ve yay satıyordu. Her eve lazım abiler deyince ister istemez bir gülümseme oldu ben de.Ok ve yay bizim evin vazgeçilmezlerinden olduğu için her hafta birer ikişer alıp karımın da kafasına elma koyup eğleniyoruz işte, ne yapacaksın. Bu abiden ne zaman birşey alacağım diye düşünürken geçen gün çakmak aldım aile boyu olanlarından. Karslı bi abi imiş, hoş sohbet, işinde gücünde  bir abimiz. Çalışmaktan dolayı kendinle gurur duyuyor. Hayat...